DEMOKRASİ NEDİR?

Demokrasi, Yunanca "halk" kelimesinin karşılığı olan "demos" ile "idare" manasına gelen "kratos" kelimelerinden meydana gelen bir terimdir. Kökü eski Yunan kültürüne kadar uzanan demokrasi kavramı, o çağlardan günümüze çeşitli mana ve muhteva değişikliklerine uğrayarak gelmiştir. 

Kelimenin Yunanca menşeine iner, bunu en azından eski Yunan tarihçisi Thucydid'e atfedersek, ilk olarak, Perikles'in Atinalılar'a verdiği bir nutukta kullanıldığını görürüz. Perikles, aristokratik rejimi yenen demokrasinin iyilik ve faziletlerini şu ifadelerle dile getirmektedir: "Bizde devlet, bir azınlığın değil, çoğunluğun yararına göre idare edildiği için, bu idare şekli demokrasi adını almıştır. Özel farklılıklara gelince; eşitlik kanunlar tarafından herkese temin edilmiştir. Fakat umumi hayata katılmaya gelince, kendi değerine göre her fert saygı görür ve ait olduğu sınıf, şahsî değerinden daha az önemlidir. Nihayet hiç kimse, fakirlik ve sosyal durumun karanlığıyla engellenmez; eğer siteye (kente, ülkeye) hizmet edebilirse.." 

Demokrasinin ilk uygulayıcıları Atina ve Isparta'daki şehir devletleri ile Grekler olmuştur. O dönemlerde bu iki şehirde birer devlet vardı. Her iki şehirde de halkın bütün erkekleri, şehrin yönetimine katılıyordu. "Genel bir toplantı" şeklinde bir araya geliyor, yönetim ile ilgili her hususta birbirleriyle görüşüyor, daha sonra aralarından bir yönetici seçip, kanunlar çıkararak bu kanunların uygulanmasını denetliyor; onlara muhalefet edenlere de cezalar koyuyorlardı. Böylelikle "halk yönetimi" (demokrasi), her iki şehirde de dolaysız şekilde uygulanmaktaydı. Bu yönetim şekline o zaman bu ismin verilmesi tam anlamıyla uygundu. 

Demokrasi veya bir diğer adıyla "halk idaresi"nin gerçekleşmesi, azınlığın çoğunluğa hâkim olduğu ve insanlar arasında eşitsizliğin geçerli bulunduğu Yunan toplumu için büyük bir ilerleme ve gelişmeydi. Böylece vatandaşlar arasında eşitlik ve hürriyet gerçekleşmiş olacaktı.

Eski Yunanistan'da "tek adam" idaresi olan diktatörlük ve tiranlığa karşı, halkın kendi işlerine yön verebileceği bir idare şekli olarak demokrasi düşünülmüştür. Fakat Yunan şehirlerinde farklı şekillerde demokrasi uygulamaları görülmüştür. Ancak, Aristo'nun ifadesiyle, demokrasi kısa zamanda "demagoji"ye dönüşmüştür. Ona göre demagoji, bir toplumun duygularını çelerek kendi çıkarlarını yürütme yolu idi. Bu dönemdeki "demokrasi"lerin ortak karakterleri, halkın şu veya bu şekilde, yapılacak idari işlere katılması sadece fikrî plânda kalması şeklinde olmuştur

Eski Yunan kültüründen sonra demokrasi uzun yıllar unutulmuş, yerini "krallık" tarzındaki idarelere bırakmıştır. Bu uzun unutuluş döneminden sonra demokrasinin tekrar canlanışını, Rodos adalarında 1641 yılında yazılan ilk siyâsî anayasada (esas teşkilât kanunu) görmek mümkündür. Çünkü bu anayasa ilk defa, kanunları hazırlayacak bir meclisten ve bu kanunları uygulayacak bir "hükümet heyeti"nden bahsetmiştir. Bu tarihten sonra kavram devamlı olarak siyasî gündeme girmiş ve yavaş yavaş bugünkü muhtevasını kazanıp yaygın bir idare tarzı sayılmaya başlamıştır. 

Demokrasi kavramının günümüzdeki anlamına nasıl ulaştığına kısaca değinecek olursak, Avrupa'da yeniçağın başlangıcına kadar sistemler, nüfuzlu insanların, derebeyi ve toprak sahipleriyle kilisenin kontrolü altındaydı. Toplum grupları farklı yer ve zamanlarda bu "yüksek sınıflar"dan birinin hakimiyeti ve zorbalığı altında tabii hak ve menfaatlerini, hürriyetlerini korumaktan aciz bir durumda yaşıyordu. 

Sanayi inkılâbından sonra Avrupa'da Senyör ve derebeylerinin yerini sanayiciler almıştı. Bu kapitalist sınıf, bir süre önceki senyör ve dere beylerinkine benzer zulmünü sürdürdü. Fakat mazlum kitleler, sosyal, siyasî ve ekonomik haklarını elde etmek için canlarını ortaya koymuş ve sonuca yaklaşmışlardı. Bunun neticesinde halk, bazı hakları zorla almaya başlamıştı. İlk hak, parlamenter sistem ile halkın siyasî hayata aktif olarak girmesiydi. Parlamentolara ilk zamanlarda pek kolay girilemedi. Çünkü bu meclisler fakirlerden ziyade zenginleri temsil ediyor veya çoğu zaman fakirlerin temsil edilme oranı düşük oluyordu. Aday olma şartları öyle tespit edilmişti ki, bunları ancak servet sahipleri aşabiliyor, fakirler ise seçime bile giremiyorlardı. Bu yüzden demokratik kazançlar, parça parça gelmekteydi. Bu parça parça kazançlar ise, yönetimi ellerinde bulunduran ve ondan kolay kolay vazgeçmek istemeyen kimselerin uzun süren direnişlerine karşı, halkın boykot, grev, isyan ve tepkilerinden sonra elde edilebiliyordu. 

Eskiden toplum üzerinde tek tek yetki sahibi olan kişi ve kurumlar, demokratik sisteme geçildikten sonra, güçlerini aynı parti veya ekonomik birlik altında birleştirip, menfaatlerini ortak bir biçimde sürdürme yolunu seçmekteydiler. Toplumda iktisadî güç sahipleri, maddi imkânları ile daha kuvvetli olmakta ve isteklerini daha kolay yapabilmekteydiler. Diğerleri ise zayıf ve güçsüzlükleri oranında daha az etkili olmaktaydılar. Sonuçta ülke idaresine yansıyan görüş, iktisadî imkânları ve sermayeyi ellerinde bulunduranlarınki oluyordu. Özellikle sanayi tröstleri, ellerindeki imkânlar ve iletişim kurumları vasıtasıyla sadece kitleleri iktisaden kendilerine bağlı hale getirmekle kalmıyorlar; aynı zamanda siyasî düzenin oluşması konusunda da büyük ağırlık koyuyorlardı. İktisadî hayatta reklâm konusunda olduğu gibi; siyasette de propaganda faaliyetleriyle kitlelerin düşünce ve duygularını etkileme yolları aşılabiliyordu.

Bu durumda, günlük geçim derdi ve sıkıntıları içerisinde bulunan sıradan insanın kendisine ulaşan haberleri ne ölçüde tahkik edebileceği bellidir. Böylece kanaatler ve tercihlerin belirli etki odakları ile yönlendirildiği görülmüştür. İkinci husus, demokratik seçimlerin sonucunda halkın, temsilcileri vasıtasıyla yönetime katılması hadisesi olmaktadır. Demokrasinin bu konuda da tam olarak gerçekleşemediği fark edilmektedir. Özellikle halkın siyasî partiler kanalıyla seçtiği milletvekillerini denetlemesinin mümkün olamaması bir yana; onunla normal şartlar altında bile görüşmesi zordur. Ve böyle bir temsil, şeklî bir temsilden öteye geçememektedir. 

Halkın temel hak ve hürriyetlerinin korunmasını; halk kitlesinin görüş ve kanaatlerinin ülke yönetimi ve işleyişi üzerinde etkili olması gerektiğini öne süren demokrasi, bu "güzel rüya"sını bir türlü gerçekleştirme imkânını bulamamıştır. Amerika ve Avrupa'da dahi demokratik haklar konusunda fazla bir problem yok gibi görünmesine rağmen, halen yönetim kesimi ve sanayiciler ile halk kesimi arasında gelir seviyesinden siyasî hakların kullanılması ve etkinliğine kadar önemli ayrıcalıklar görülmektedir. Dolayısıyla demokratik haklar teorik olarak kitleleri memnun ederken, bu haklardan en büyük payı yine iktisadî nüfuz sahipleri almakta ve halkın hürriyet ve hakları kısıtlanmaktadır. Bu doğrultuda Marksist görüşe göre, sınıflı toplumlarda demokrasi hakim sınıf tarafından yürütülen bir diktatörlük şeklidir. 

Abraham Lincoln'un, "halkın halk tarafından, halk için idaresi" olarak tarif ettiği demokrasi: Churchill  "en iyi idare şekli değil, ama kötü tarafları en az olan bir idare şekli" olarak tarif etmiştir.  

Bu arada başkalarınca anti-demokratik olarak ifade edilen düşünce akımları ve ideolojiler de kendi sistemlerini demokratik olarak ifade etmekten uzak durmamışlardır. Hitler, Nazizmi; "gerçek demokrasi" olarak isimlendirmiş; Mussolini de Faşizmi "organize, merkezi ve otoriter demokrasi" şeklinde tarif etmiştir. Bu farklı görüşlerin demokrasiyi kendi fikir ve ideolojilerinin ifadesi olarak göstermesinde belirli menfaat hesaplarının yattığını anlamak zor değildir. Aynı zamanda demokrasi denilen kavramın, nasıl farklı yön ve zihniyetlere çekilebilecek elâstikiyete sahip olduğunu da fark etmek mümkündür.

Sonuç olarak, demokrasi, hâlâ çoğu kimselerce belirsiz ve fakat saygıya lâyık bir sistem kabul edilirken; insanların temel hak ve hürriyetlerini teminat altına alan ve halkın saygıdeğerliğini sembolleştiren "teorik bir doktrin" olarak varlığını sürdürmektedir.

Hiç yorum yok:

EN ÇOK OKUNANLAR