Günümüzde en başarılı ilköğretim okulu, lise
giriş sınavında en yüksek başarıyı tutturan ilköğretim okulu ve en başarılı
lise, üniversite giriş sınavında en yüksek başarıyı tutturan lise olarak
görülmeye devam etmektedir. Eğitim sisteminde süregelen bazı aksamalar,
ne yazık ki, günümüzün, “başarılı okul” tanımını öğrencilerin lise ve
üniversite giriş sınavlarındaki başarılarıyla kısıtlamıştır. Oysa ki, bu alanda
yapılan araştırmalar, okulda alınan iyi notların hayat başarısını
garantilemediği gerçeğini tekrar tekrar ortaya koymakta ve salt zekanın (IQ)
günlük hayattaki başarıya katkısının %10’dan fazla olmadığını göstermektedir.
Bu bakımdan, eşit IQ düzeyine sahip iki kişiden biri hayatta ilerleme
kaydetmişken, diğerinin neden aynı başarı düzeyini yakalayamadığını
anlayabilmek için bu kişilerin Duygusal Zeka (EQ) yeterliklerinin de göz önünde
bulundurulması gerekir. Çünkü, genel olarak Duygusal Zeka (EQ), sahip olduğumuz
her türlü bilgi ve beceriyi (bilişsel, sosyal, duygusal, vb.) hem kendi
hayatımızda, hem de çevremizdeki insanlarla olan ilişkilerimizde ne kadar etkin
kullanabildiğimizle ilgilidir. Dahası, IQ seviyesiyle bağdaştırılan sözel ve
sayısal bilgileri öğrenme becerilerinde olduğu gibi, EQ başlığı altında yer
alan duygusal ve sosyal beceriler de öğrenilerek kazanılabilir ve
geliştirilebilir. Dolayısıyla, inanıyoruz ki, asıl hedef olan hayat başarısına
ulaşabilmek için, öncelikle okullarımızdaki “başarı” tanımının yeniden gözden
geçirilmesi ve bu tanımdaki boşluğun EQ bilgileri ışığında doldurulması
gerekmektedir.
Duygusal ve sosyal becerilerini iyi kullanabilen
kişiler - yani, kendini ve duygularını iyi bilen, onları kontrol ederek
yönetebilen, başkalarının duygularını anlayan ve onlarla ilişkilerini ustalıkla
idare edebilenler - hayatlarının hem özel hem de mesleki alanlarında daha
avantajlı bir konuma geçerler.
Duygusal Zekanın iki boyutu vardır. Birincisi
Duygusal, İkincisi Sosyal boyut. Duygusal Boyut, kişinin kendisini tanıması
(özbilinç) ve Duygularını yönetmesi (özyönetim) ile ilgilidir. Sosyal Boyut ise
empati ve ilişkileri yönetmeyi kapsar. Bunların arasında bir sıra vardır ve
duygusal boyut gelişmeden sosyal boyut gelişemez. Tıpkı bir Türk Atasözünde
söylendiği gibi; “Kendisinin ne hissettiğinden habersiz insan, başkasının da ne
hissettiğini bilemez, anlayamaz.” Bu yazının konusu duygularımız ve
onları yönetme ile ilgili…
ÖZBİLİNÇ: İnsanın kendini ve duygularını tanıması
birçok kaynakta “özbilinç” kavramı ile ifade edilmektedir. Özbilinç, kişinin
güçlü ve gelişmeye açık yönlerini bilmesi, duygularını tanıması, bu
farkındalıklarını düşünce ve davranışlarına rehber olacak şekilde kullanması ve
kendini ifade edebilmesidir.
Duygusal özbilinci yüksek kişiler, duygularının
kendilerini ve günlük performanslarını nasıl etkilediğini bilirler, yol
gösterici değerlerine bağlı kalır ve karmaşık bir durumda resmin bütününü
görerek en iyi hareket şeklini tahmin edebilmenin yanı sıra, duygularıyla ve
kendilerine yol gösteren vizyonlarıyla ilgili açık ve inançlı bir ifadeyle
konuşurlar. Dahası, bu kişiler genellikle zayıf ve güçlü yönlerini bilen,
geliştirmeleri gereken yönlerinin kolayca farkına varan ve bu konuda yapıcı
eleştiri ve geribildirime açık bir tutum içerisindedirler.
Kişinin yetenekleri konusunda doğru bilgiye sahip
olması, güçlü yönlerine güvenmesini sağlar. Yüksek özgüvene sahip kişiler, zor
bir görevi rahatlıkla üstlenebilirler. Bu kişiler genellikle kendilerinden emin
oldukları ve varlıklarını herkese hissettirdikleri için, içinde bulundukları
grup içerisinde rahatlıkla öne çıkarlar.
John Mayer(Goleman, 1996:67), kişilerin
duygularını birbirlerinden farklı bakış açılarıyla ele alıp, duygularıyla
farklı biçimlerde başa çıktıklarını gözlemlemiştir. Bunlar;
Kendini
kaptırmış. Bunlar, genelde duygularına kapılıp giden ve bu durumdan
kendilerini kurtaramayan, adeta duyguların hükmü altında yaşayan kişilerdir.
Ali’nin anne ve babası onun ne zaman öfkeyle
patlayacağını, yüzünün kıpkırmızı olmasından, dişlerini ve yumruklarını
sıkmasından anlıyorlar. Ali öfkelendiğinde kontrolünü kaybediyor, eline geçeni
fırlatıp kırıyor, bağırıyor, tehdit ediyor ve o anda yanında kim varsa ona
vurmaya başlıyor. Sakinleştikten sonra yaptıklarından dolayı kendisini suçlu
hissediyor ve bir daha yapmayacağına dair söz veriyor, ama bir dahaki sefer
öfkelendiğinde gene kontrolünü kaybediyor. Ali çok sık yaşıyor bu öfke
duygusunu. Bazen anne ve babası ona istediği şeyi almadığında bazen de bir
oyunda kaybettiğinde sinirleniyor. Ali’nin ailesi, arkadaşları ve öğretmenleri
onun bu durumuna nasıl yardım edeceklerini ve öfkesiyle nasıl başa
çıkacaklarını bilemiyorlar.
Kabullenmiş.
Bu kişiler genelde ne hissettiklerini bilseler de, bu durumlarını kabul eder ve
değiştirmeyi denemezler.
Ceren ise duygularını içinde saklıyor. Gerçekten
çok öfkelendiği zamanlar oluyor. İnsanların kendisine kötü davranmasına hiç
sesini bile çıkartmıyor. Ceren’in anne ve babası onu rahatsız eden bir şey var
mı, yok mu hiç bilmiyorlar. Ceren buna karşılık, mesela akşam yemeğinde
sevmediği bir yemek olması yada arkadaşının ona telefon etmeyi unutmuş olması
gibi hiç olmayacak küçük şeylere aşırı tepki verebiliyor ve ağlıyor. Ceren’in
babası da duygularını saklayan biri. Her zaman her şeyi içine atıyor ve zaman
zaman hiç olmadık bir şekilde patlak verip bağırıp çağırmaya başlıyor. Ceren’in
annesi ise öfkesini çok nadir ifade eden ama buna karşın bir şeyler ters
gittiğinde çok kolay üzüntü ve depresyona giren birisi.
Özbilinçli.
Ruh hallerinin farkında olan bu kişiler, duygusal hayatları hakkında belli bir
anlayışa sahiptir. Duygularının bilincinde olmaları,
diğer bazı kişilik özelliklerini
destekleyebilir.
ÖZYÖNETİM: “Özyönetim” kavramı bir çok kaynakta
“Duyguları Yönetme” olarak da ifade edilmektedir. Özyönetim, kişinin
duygularını kendine ve çevresindekilere zarar vermeden lehte bir durum
yaratacak şekilde yönetebilmesidir. Kişinin sorunlar karşısında yeterli düzeyde
özkontrol, özgüven ve esneklik gösterebilmesi de özyönetim tanımının içinde yer
alır. Bununla birlikte, duyguları yönetmek, duyguları bastırmak ile
karıştırılmamalıdır. Bu konuda, Stanford Üniversitesi’nde yapılan önemli bir
araştırma özyönetim beceri ve yeterliklerinin kişilerin hayatında ne kadar önemli
olabileceğini ortaya koymaktadır.
Araştırma kapsamında 4 yaşındaki çocuklara lokum
benzeri bir tatlı sunulmuş ve isterlerse bunun hemen yiyebilecekleri, ancak bir
süre beklerlerse gelecek olan liderin kendilerine bu tatlılardan iki tane
verecekleri söylenmiştir. Tatlısını hemen yiyen çocuklarla, bekleyen çocuklar
14 yıl sonra tekrar izlendiğinde ortaya önemli farkların çıktığı görülmüştür.
Bekleyen çocukların üniversite sınavları aşamasında duygusal açıdan çok daha
dengeli ve tutarlı oldukları, stresli durumlarla daha iyi başa çıktıkları,
arkadaşları arasında daha çok ilgi gören ve aranan gençler oldukları, iç
motivasyonlarının daha yüksek olduğu ve daha çok amaca yönelik davranışlar
gösterdikleri saptanmıştır. Ancak araştırmanın en ilginç bulgusu bu gençlerin
en yüksek puanın 1600 olduğu SAT sınavlarında (Türkiye’deki ÖSS), beklemeden
yiyenlere kıyasla ortalama 210 puanlık bir üstünlük sağlamaları olmuştur. Bu
fark en yüksek ve düşük sosyo-ekonomik ailelerin çocukları arasında veya
ilkokul mezunu ailelerle, üniversite mezunu ailelerin çocukları arasındaki
farktan daha yüksek bir farktır.
Duygularını denetleyebilen kişiler rahatsız
edici duygu ve dürtülerine hâkim olmanın, hatta onları yararlı bir biçimde
kanalize etmenin yollarını bulurlar. Kişinin yüksek stres altında ya da bir
kriz döneminde sakin kalması ve açık bir zihinle düşünebilmesi -ya da zorlu bir
durumla karşılaştığında bile soğukkanlılığını koruması- bir özdenetim
göstergesidir. Aristonun dediği gibi “Herkes kızabilir, bu kolaydır. Ancak doğru
insana, doğru ölçüde, doğru zamanda, doğru nedenle ve doğru şekilde kızmak,
işte bu kolay değildir.
Duygularını yönetebilen kişiler, saydam, uyumlu,
iyimser, kendilerini motive edebilen ve inisiyatif kullanabilen kişilerdir.
Örneğin, saydam kişiler, değerlerini hayata geçirirler. Kişinin duyguları,
inançları ve eylemleri konusunda başkalarına karşı açık olması dürüstlük
yaratır. Bu tür kişiler hata ya da kusurları açıkça kabul eder ve başkalarının
ahlaka aykırı davranışlarına göz yummak yerine uygun şekilde karşı çıkarlar.
Bireyin duygu düşünce ve davranışlarını değişen
koşullara uydurabilmesi, aynı zamanda mücadele ve değişim gerektiren durumlarda
esnek davranabilmesidir. Uyumlu kişiler, odak ya da enerjilerini yitirmeden
çok sayıda talebin üstesinden gelebilir ve toplum yaşamının kaçınılmaz
belirsizliklerinden rahatsız olmazlar.
Başarma dürtüsü, anlamlı, zengin ve dolu dolu bir
hayat yolunda verilen uğraşlarla kendisini gösterir. Uzun vadeli hedeflere
yaşam boyu süren bir gayret ve şevkle bağlılık sağlayacak türden ilgi alanları
ve zevkli uğraşlar yaratmaktır. Kişinin ilgi alanlarına karşı duyduğu
heyecan ve tutku, bu ilginin sürdürülebilmesi için gereken enerji ve
motivasyonu sağlar. Başarma dürtüsü, kişinin, beceri, yeti ve yeteneklerini azami
ölçüde geliştirebilmek için uğraş verdiği kesintisiz ve dinamik bir süreçtir.
Bu faktör, kişinin ısrarcı bir şekilde elinden gelenin en iyisini yapma gayreti
ve genel anlamda kendini geliştirmeye çalışması ile bağlantılıdır. Bunun
sonucunda ise kişisel tatmin duygusu yaşanır.
İstenen sonucu verme yeteneklerine -kendi kaderlerine
hükmetmek için gereken şeylere- sahip olduklarını hisseden kişilerin
girişimciliği mükemmeldir. Beklemek yerine, fırsatları yakalar ya da
yaratırlar. İnisiyatif sahibi bir kişi, geleceğe yönelik daha iyi olasılıklar
yaratabilmek için, gerektiğinde kokuşmuş katı alışkanlıkları delip geçmekte,
hatta kuralları esnetmekte duraksamaz.
İyimserlik, bireyin hayata olumlu yönünden
bakabilmesi ve sorunlar karşısında bile olumlu bir tutum sergilemeyi
sürdürebilmesidir. İyimserlik, bireyin yaşantısına belirli bir ölçüde umut
katar. İyimserlik, depresyonun yaygın semptomlarından olan kötümserliğin
karşıtıdır. Kişinin iyimserlik düzeyiyle sorunlarla başa çıkabilme yeteneği
arasında güçlü bir bağlantı vardır. İyimserlik, özmotivasyon üzerinde önemli
bir rol oynar; hedeflere ulaşmakta ve stresle başa çıkmakta da çok önemli bir
faktördür. İyimserler de kötümserler gibi aynı hayat tecrübelerinden geçerler,
aradaki fark iyimserlerin daha başarılı bir şekilde bu olayların üstesinden
gelmesi ve hatalarından ders alarak, yenilgi sonrasında kendilerini daha çabuk
toparlamalarıdır. Kötümserler genellikle daha kolay pes ederler.
Duygularımız yaşamımız boyunca biz nereye
gidersek gidelim bizimle beraber olacak, aldığımız kararlar, söylediğimiz
sözler ve yaptığımız hareketlerde hep onların etkileri olacaktır.
Duygularımızın, değerlerimizin, güçlü ve zayıf taraflarımızın farkında olmak,
bu farkındalık doğrultusunda duygularımızı yönetme becerilerimizi geliştirmek
ve bunları kullanmak, yaşamımız boyunca bizler için önemli bir avantaj
olacaktır. Sonuç olarak, bu nitelikleri benimseyen ve belirlediği hedeflerden
vazgeçmeyen bir kişi için ise “başarı” kaçınılmazdır.
KAYNAKLAR:
Goleman, Daniel, Duygusal Zeka Neden IQ’dan Daha Önemlidir?, Varlık Yayınları: İstanbul, 1996.
Goleman, Daniel, İşbaşında Duygusal Zeka, Varlık Yayınları: İstanbul, 1998.
Goleman, Daniel, Boyatzis, Richard, McKee, Annie, Yeni Liderler, Varlık Yayınları: İstanbul, 2003.
Møller, Claus, Hearthwork, TMI: Hillerød, 2000
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder